Son günlerde ülkemizi doğrudan ya da dolaylı ilgilendiren birçok gelişmeye tanıklık ediyoruz. Bunlar dünya ölçeğinde değişimlerin habercisi.
Bunun temel sebebi dünya güç dengesinde meydana gelen değişime konumunu kaybedenlerin çare arayışıdır. ABD artık dünyaya tek başına hükmeden güç olmaktan çıkmıştır. Bodur AB ile ortaklığıyla güç dengesini lehine değiştirme olanağının olmadığını anlamış gözüküyor. Çin’in yükselişine karşı daha da geriye düşmemek ya da öne geçmek için cephesine yeni güç kaynaklarını eklemesi gerekiyor. Nesnel neden budur.
Öznel neden ise Trump’ın bu durumu doğru okuması yanında sıra dışı kişiliğinden kaynaklamaktadır. Mevcut durum yeni ve köklü bir değişimi zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda lider de kendine özgü bir şekilde kendi tarzını içerde ve dışarda dayatmaya çalışmaktadır. Amaç ABD’yi yeniden en büyük yapmaktır.
Trump’ın Kanada, Grönland, Meksika, Panama, Ukrayna, Gazze söylem ve eylemleri doğrudan Hitler’in Lebensraum (hayat alanı) kavramını anımsatmaktadır. Dünya liderliğini korumak ve ABD’yi yeniden mega güç haline getirmek bazı riskli adımları gerekli kılmaktadır. Ekonomik olarak ülkenin Çin’e karşı kaybettiği konumu telafi etmenin çaresi olarak coğrafi genişlemeyi öngörüyor. Bunun diğer adı jeopolitiktir. Coğrafyaya dayalı yeni kaynaklara ulaşmak. Jeopolitiğin temel dayanağının silahlı kuvvetler olduğunu not edelim ki ABD’nin hala en güçlü yanıdır; sadece sayısal anlamda değil aynı zamanda yer kürede ve uzayda güçlerini konumlandırma ve konuşlandırma anlamında büyük bir üstünlüğe sahiptir.
Trump askeri anlamda tasarımlarına girişmeden önce Rusya-Çin ayrışmasını sağlamak ve Rusya’yı kendi yanına çekmek istemektedir. Ukrayna-Rusya Savaşını bitirmek için çabalamasının geri planında da bu tercihin olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Rusya ile sorunlarını hal yoluna koyar ve Rusya-Çin ayrışmasını sağlayabilirse diğer hedeflere daha kolay yürüyebilir.
Bu yaklaşımında AB’nin inisiyatif geliştirerek kendi savunma kimliğini geliştirmeyeceği varsayımı hâkimdir ancak bu konuda ABD açısından küçük de olsa bir risk vardır. O da AB’nin yeni arayışlara girmesidir. Geçmişte AB’nin kendisine pahalıya mal olan “Rusya’yı düşmanlaştıran, Türkiye’yi ötekileştiren yaklaşımını” kısa sürede terk etmesini beklemek fazla iyimser bir yaklaşım olabilir. Bıçak kemiğe dayandığında yani mecburiyetler yasası devreye girdiğinde her şey beklenmelidir.
Avrupalı siyasi elitin, dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’un, “İngiltere’nin ebedi dost ve düşmanları yoktur, değişmez çıkarları vardır,” kavramının bilincinde olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla AB’yi güdük kılan Rusya ve Türkiye politikalarında değişime yönelmeyeceğinin garantisi yoktur. Önümüzdeki dönemde ABD-AB ilişkileri nasıl şekillenecek? AB’nin içi ABD’nin tavrından sonra nasıl şekillenecek? Kritik mesele budur.
Bu meselenin şekillenmesi Türkiye’yi doğrudan etkileyecek boyuttadır.
Ukrayna-Rusya Savaşı öncesinde Fransa ve İspanya’nın dillendirdiği ancak adı geçen savaşla birlikte rafa kaldırılan Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) tesis politikası Almanya’da yakında kurulması olası Merz liderliğindeki Almanya hükümetinin tercihleri doğrultusunda yeniden öncelik alabilir. Bu da, işin doğası gereği AB ile Türkiye hatta AB-Rusya ilişkilerini derinden etkiler.
Tek kutupludan iki kutupluya dönüşen güç arenası bir anda Avrasya merkezli yeni bir gücü ortaya çıkarabilir. Bu, öncelikle güvenlik boyutuyla Türkiye için bambaşka bir ufuk açar. NATO’nun yıkımı, AB’nin toparlanması sonucuna kapı aralanmış olur. ABD’nin yıkıcı adımlarını da dünya ölçeğinde frenler.
ABD-AB ayrışması ve AB’nin Türkiye ve Rusya ile geliştireceği özel ilişki bütün bölge dinamiklerini değiştirme potansiyeline sahiptir; bu ayrışma yaşanmasa da Ortadoğu ve Akdeniz’de önemli gelişmeler yaşanacaktır.
ABD’nin hayat alanını genişletmeye yönelik jeopolitik adımlarını incelemeye müteakip yazılarda devam edeceğiz.
Tabii içerde bölünmüş/kutuplaşmış, hukuk devleti özelliği yaralanmış/berelenmiş Türkiye’nin iç cephesinin böylesine büyük gelişmelere ne ölçüde hazır olduğu bağlamında…